Kanadalı yönetmen Denis Villeneuve’ün bol ödüllü filmi Maelström’dan sonra yaptığı Polytechnique yine iddialı bir film olarak karşımıza çıkıyor. Villeneuve iyi bir yönetmen olmanın ötesinde başarılı bir hikaye anlatıcı. Seçtiği konuyu çok fazla senaryo ve kurgu içinde boğmuyor, izleyiciyi her zaman filmin içinde bir unsur olarak katıyor, yani bizlere düşünmek ve yorumlamak için bir alan hazırlıyor. Hikaye her zaman vardır, önemli olan onu çarpıcı, doğal ve etkili bir biçimde sunabilmek. Sanırım Polytechnique de izleyicinin bu arayışını doyuran tarafıyla bu kadar övgüyü hak ediyor. Peki nedir Polytechnique’in bize sunduğu hikaye?
Polytechnique 80’lerden beri süre gelen ve hızla artan bir terörün gerçek hikayesi. Montreal’de mühendislik üzerine eğitim veren Polytechnique okulunda 6 Aralık 1989 tarihinde, bir öğrencinin 14 kadın öğrenciyi öldürmesi, 4’ü erkek 14 kişiyi de ağır yaralaması ile tarihe geçmiş Polytechnique Katliamını konu alan film, bu olaya şahitlik etmiş iki öğrencinin gözünden bize katliamı ve ardında bıraktıklarını anlatıyor.
Film, o gün okula gidip kendisini öldürmeden önce öldürebileceği kadar kadının da hayatını almayı planlayan katili tanıdığımız sahneyle açılıyor. Oldukça minimal çekilmiş ve az diyaloga yer veren filmin belki de en çok konuşma sahnesi, katilin hayatını incelediğimiz sahne olarak karşımıza çıkıyor. Katil yalnızlığına boğulmuş, asosyal ve kadınlardan nefret eden tavrını ortaya koyduğu kısa intihar mektubunu yazıyor. Sıradan ama sorunlu bir genç olduğu her halinden belli olan katil, evdeki bulaşıkları yıkıyor, silahını dolduruyor, yatağını düzenliyor ve biz katilin hayatındaki mutsuzluklarının ve ona adapte olamayışının nedenlerini dinliyoruz. Feminizmden şiddetle nefret eden (çünkü ona göre hayatını hep kadınlar mahvetmişti) bu adam okula gitmeden önce yine bir kadın olan annesine bıraktığı mektubunda ise sadece bir cümle yazıyor: “Bu kaçınılmazdı!”.
Şüphesiz okulda okuyan diğer öğrencilerin daha gerçekçi sorunları vardı: sınavlarını verebilmek, mühendis olabilmek ve bir iş bulabilmek. Filmin devamında onların bakış açısından hikayeyi takip edeceğimiz Valérie ve Jean-François ise bu dertleri yaşayan gençlerdendir. Valérie’yi tam da katilin feminizm ve kadınlar hakkındaki demecinden sonra tanımaya başlıyoruz. Ev arkadaşı Stéphanie’nin yardımlarıyla bir iş görüşmesine hazırlanan Valérie kendisini mühendis olmaya adamış zeki, güzel ve başarılı bir genç kadındır. Büyük bir heyecanla ideallerine bir adım daha yaklaşmak için gittiği staj mülakatında beklemediği bir soruyla karşılaşacaktır “Çocuk doğurmayı düşünüyor musun?”. Valérie bu soruya ancak hayır cevabı vererek işi alabilmiş ve bu durum onu oldukça rahatsız etmiştir. Erkek egemen bir sektörde ve hayatta ikinci plana atılan, sadece çocuk doğurmaya endeksli olarak görülür kadın. Bu kadar kısa bir anekdotla toplumsal cinsiyet sorununa da giriş yapan film, derdinin sadece bir terörü yansıtmak olmadığını da göstermektedir.
Diğer kahramanımız Jean-François ise ilk başta en az katil kadar kaybeden görünüşlüdür. Ama mutsuz ve umutsuz görülmesine rağmen Jean-François; sessiz, sakin, kadınlara karşı saygılı, sempatik bir karakterdir. Gözleri bir anda fotokopi odasındaki Picasso’nun Guernica tablosuna takılacak, ardından okulda gerçekleşecek gerçek savaş içinde bir erkek olarak hiçbir şey yapamadığı düşünecek ve ömrü boyunca bunun vicdan azabını yaşayacaktır.
Birçok kısa film ve videoya da konu olan Colombine, Alabama ve Almanya’daki gibi katliamlara odaklanan filmlerden en çok yankı uyandıran Gus Van Sant’ın Elephant’ı olmuştu. Polytechnique de zamanın içinde bir geri bir ileri giden kurgusu ve olaylara sunduğu bakış açısıyla bu filme benzeşse de Villeneuve’ün yorumu daha gerçekçi ve üzerine kafa yoracağımız bir yapıt olarak karşımıza çıkıyor
Polytechnique daha iyi ve daha iddialı bir film olabilir miydi? Bu hisle seyrettiğim film, ilk bakışta beklentimi tatmin etmemiş olsa da, üzerine düşündüğümde dozu ve mesajı oldukça iyi ayarlanmış bir film olduğu gerçeğini yaşattırıyor. Yazının en başında söylediğim hikaye anlatma ve olayları olabildiğince yalın sunma tarzı şüphesiz bu fikrin oluşmasındaki en büyük etken. Yalın anlatım derken senaryodan ve tarafsız görülen ama bir o kadar da taraf olan yapısından bahsediyorum. Oysa film; kullanılan çekim açılarıyla, kurgusuyla, ses ve ışığı oldukça başarılı kullanmasıyla, kana bolca yer vermesiyle fakat insanları rahatsız etmemesi için siyah-beyaz çekilmesini tercih etmesiyle ve yarattığı atmosferle görsel açıdan tam puan almayı hak ediyor. Polytechnique’de krediyi yönetmen kadar senaristi de topluyor. Jacques Davidts’in kaleme aldığı ve çocuklarını kaybeden ailelere saygıdan ötürü kurgusal olarak yarattığı karakterler filmin mesajını layığıyla verme açısından oldukça önemli. Önce katili incelememizi sağlayan sonraysa bakış açılarını farklı cinsiyette iki zıt karakter üzerinden sunan Davidts, bu tercihiyle hem toplumsal cinsiyet hem de bu ve buna benzer şiddet olaylarının unsurları üzerine başarılı bir eleştiri sunuyor. Büyük bir ses yitimi ile başlayan film yine büyük bir sessizlik içinde kurbanları anarak perdeye veda ediyor ve herhangi bir şiddet veya baskının gelecek üzerindeki tezahürleri ile ilgili düşünmeyi izleyenlerine bırakıyor.